Memnuniyetsizlik, sıkılganlık, bıkkınlık, düzenli
tekrarın kişi üzerindeki tahribatı, inziva, kendini arayış... Kişinin doğaya
dönüşünün sebepleri arasında sıralayabileceğimiz onlarca maddeden birkaçı. Büyükşehirlerden
taşraya göçün moda hâline geldiği bu süper modern zamanlarda Türk ve Dünya
edebiyatının da bu duruma kayıtsız kalacağını düşünemezdik. Hepimizin diline
pelesenk olmuş şehirden, kalabalıktan, koşuşturmadan bunalan insanın doğaya
dönüşü de sancılı oluyor. İstanbul örneğinden ilerleyelim. İçinde bulunduğum
kuşağın dedesi için İstanbul bir "gurbet" iken onun torunu içinse
durum tam tersi. Tam bir tanımsızlık hâli. Hiçbir yere ait olamama durumu.
Büyükşehir insanının durumu. Çıldırtıcı bir hızın içerisinde eriyip gitmemek
için sürekli bir devinim. Küçük şeylerin üzerimizdeki psikolojik yıkımı. Garip
korkular: Bir önceki metroyu kaçırmanın seni işinden edeceği korkusu. Evine on
beş dakika erken gidebilmek için kafanın içinde beliren onlarca haritadan
birini seçmek, anlık bir yol planı çıkartmak. Koşuşturma, hızlıca yemek ye, İnstagram'a bak, İnstagram'a gül, Twitter'a kız. Paket hâline getirilen her şeyi tüket.
Köreldik. Sadece böceklerde olduğunu sandığımız ancak dikkatli bakarsanız
insanlarda da görebileceğiniz tüm o hisleri, duyguları algılayabilen
duyargalarımızın kavrayabileceğinden çok daha büyük bir hız bu. O duyargaları
şehirle, doğrayamayan ama zedeleyen kör bir bıçağa evrilmiş duygularımızla, parayla,
sanallıkla kesiyorlar. Edebiyat hayat ilişkisi diye başlasam bir cümleye komik
olur. Bunların birbiriyle olan ilişkisi sizin elinizle, bir ele sahip olma
bilinciniz arasındaki ilişki kadar sıkı örülüdür. Yukarıda bahsettiklerim modernizmle
birlikte insan hayatına girmiş ve günümüzde çılgınlık seviyesine gelmiş
olgular. Hayatın hızına uyum sağlamak, bunun için çaba sarf etmek bilinçli bir ruh
hastalığından başka bir şey değil. Samimiyet ve güven problemi. Bir arada
yaşayan insanların birbirlerine potansiyel tecavüzcü, gaspçı, katil gözüyle
bakması. Sosyal medya fenomenleri, seçimler, devlet, kavga, şiddet,
yasallaştırılan şiddet, gbt kontrolleri, parasızlık, parasızlık dışındakilerin
önemi sorunsalı, hızlı akan gündem. Edebiyat eserleri işte
tam da böyle bir durumda doğaya dönüş düşüncesinin aslında doğaya kaçış
olduğunu anlatıyor. Yavaşlığı salık veriyor. Öncelikle doğaya dönüş ve kaçış
düşüncesi üzerine kafa yormak lazım. Doğa dediğimiz zaten insanın zaten
biyolojik evi. İnsan doğanın bir parçası. İnsan onu (doğayı) kullanabilme,
değiştirebilme yeteneği olan kâinat çarkının en üstün dişlisi. Hepsi o. Peki
şehirler bizim neyimiz olur? Evimize nereden dönüyoruz? Döndüğümüz yerde
bizlere ne yapıldı da oradan kaçar gibi uzaklaşıyoruz?
Yavaşlık
Yeni trend yavaş şehirler. Yavaş yaşam. Son zamanlarda
sık sık televizyon ve gazetelerde gördüğüm söylemler oldu bunlar. Konu
başlıkları çok çarpıcı. Sunucu konuyu izleyicilerine takdim ettikten on dakika
sonra "Hemen bir reklama gitmemiz gerek çok acil" dedi. Yoğurt
reklamı çıktı sonra. Aklıma Çek yazar Milan Kundera'nın 1995 yılında yazdığı
"Yavaşlık" isimli kitabı getirdi tüm bu olanlar. Aylaklık ve yavaşlık
üzerine tatlı tatlı söylemlerini sıralıyordu Kundera Abi. Hayatın tadının ancak
yavaşlıkla çıkartabileceğimizi anlatıyordu. Modern insan ve hız ilişkisi üzerine
kurduğu "Çağımızda unutma arzusu bir
saplantı hâline gelmiştir, bu nedenle, bu arzuyu tatmin etmek için hız iblisine
teslim olmuştur çağımız; kendi anımsamak istemediğini bize anlatmak için hızını
artırır; çünkü kendinden bıkmıştır; kendinden tiksinmektedir; belleğin küçük
titrek alevini söndürmek istemektedir." cümlesi edebiyat ve hayat
ilişkisinin nasıl organik bir ilişki olduğunu gözler önüne serdiği gibi neden
yavaşlık üzerine bir kitap yazdığını da açıklıyor. Hız unutturur. Yavaşlık
hatırlatır. Hatırlamak kişiyi güçlü kılar. Hatırlayınca mutlu olur, öfkelenir,
özler, ağlarsınız. Günümüz dünyasında böyle duygulara gerek yoktur. Çünkü
bunlar vakit kaybıdır. Aklınıza ölen bir yakınınızın gelmesi, eski çok eski bir
gönül meselesini hatırlayıp bir on saniye uzaklara dalmanız falan safi zaman
israfıdır. Kundera hâlâ insan kalabilmenin hatırlamakla, az önce bahsettiğim
duyguların ısısını sürekli muhafaza etmekle ve tüm bunların da ancak yavaşlık
sayesinde yapılarak kişinin
"an"a yoğunlaşabilmesiyle mümkün olacağını söylüyor. 95
yılında.
Kalk
Ormana Gidelim
Edebiyatın hayat üzerinde nasıl bir yer kapladığını
anlatmak istediğim bu yazıyı yazmama sebep olan kişidir Norveçli yazar Erlend
Loe. Bu kel adam içimde uzun zamandır beni gıdıklayan, öfkemin pimini elinde
tutan duygularımı açığa çıkartmama sebep oldu. Nasıl mı? Dünya'da yaşanılası
memleketler sıralamasında en üst sırada bulunan ülkelerden biri olan Norveç'te
oldukça meşhur bir yazar olan Loe, beyaz yakalı, gayet iyi aile yaşantısına
sahip bir adam olan Doppler'i ormanda yaşatmaya başladı. Hızdan, gereksiz
ekonomik kaygılardan, başarı tanımlarından, başarısızlık korkularından yılgın
bir adamı Norveç ormanlarından birine koyup bir geyikle dost yaparak kişiye
dinginliğin ve yuvaya dönmenin bir yolunu gösterdi. Oldukça eğlenceli bir
üslubu ve sıra dışı içeriğiyle sizleri hemen sarabilecek bir kitap olan
Doppler'de Loe, para yerine takas yöntemini önerirken okullarda verilen
eğitimin niteliğini sorguluyor. Kapital ekonomiye hafif çocuksu karakteri üzerinden
mizahi göndermeler yapan Loe, ormanda oturttuğu düzeni, geyiği Bongo ile
arasında kurduğu bağı sıcak üslubuyla anlatıp bir yandan da dinginliğin kişide
yapacağı olumlu değişikliği gözler önüne seriyor. Modern zamanlarda da bu tarz
bir yaşam sürelebileceğini, bu ihtimalin de zor bir ihtimal olmadığını
anlatıyor. Ana rahmine dönme felsefesi. Şehir doğayı yer. Çünkü modern insana
hız gereklidir. Çünkü şehir ekonominin kalbidir. Öylece ayakta dururken hiçbir
şey yapmazken bile ticarete katkı sağlarsın. Gereksiz hiçbir şey barındırmaz
şehir. Gereksiz hâle gelmişlere yazlıklar inşa ederler. Orada yaşayın derler.
Köyünüze dönün. Büyük devletlerin çöplerini Afrika ülkelerine satması gibi bir
durum. Konfor, irili ufaklı lüksler, bize bir değer olarak ezberletişmiş. İnsanın sosyal ve ekonomik normlardan
sıyrıldığında gerçekliğin o tüm çıplaklığıyla baş başa kaldığını, yuvaya dönüş
düşüncesi gerçeğe döndüğünde, neler olacağını anlatıyor bize Doppler. Bu
muhteşem kitabı okuyup etkisini üzerinden atamamışken geçtiğimiz günlerde
kitabın devamının çıktığını öğrendim. Yapı Kredi yayınlarından çıkan Bilinen Dünya'nın Sonu Doppler'ın
ailesini özleyip şehre geri dönüşünü anlatıyor. Doppler şehre geri döner. Tam
evine girecekken posta kutusunun üzerinde kendi adını değil başka bir adamın
adını görür. Ailesi değişimi çoktan yapmıştır. Doppler dışarı Egil Hegel
ismindeki modern, şehirli, anlayışlı adam içeri. Karısını, çocuklarını
kaybeder. Şehir o evdir. Modern dünya tam olarak o ev üzerinden
anlatılmaktadır. Çünkü modern insan için yerine koyulabilecek şeyleri beklemek
gereksiz bir zaman kaybı ve büyük bir aptallıktır. Kocam psikolojik bunalıma
girdi ve bir süre ormanda mı yaşıyor? Yerine beni fiziksel ve ruhsal olarak
tatmin edecek bir adam bulmalıyım o zaman. Babam yoksa yeni bir babanın
varlığına uyum sağlamalıyım. Şehri, modern insanı ve hızı temsil eden Doppler
ailesi, ormanda yabanileşmiş olan Doppler'i kabul etmezler. Kabul görmeyenin
dramı ne fenadır. Bir türlü alışamadığı hızına ayak uyduramadığı şehirde
barınamayan Doppler, can dostu Bongo ile yeni maceralara yol açar. Kendisi gibi
kabul görmemiş çingene bir kadınla ormanın derinliklerinde yeni hayatına
başlar. Kabul görmeyenler, kusulmuşlar, terk edilmişler, kısacası kaybedecek
pek de bir şeyi kalmayanların ana rahmine yani doğaya dönüşünün daha kolay
olabileceği tezini savunan Loe, dışarıdan oldukça medeni ve refah seviyesi
yüksek olan Norveç'in insani durumuna da zayıf not veriyor. Doppler'e sadece
felçli bir adam ve çingeneler sahip çıkıyor. Sadece hızın ve gücün, kısaca
ekonomiye sağlanabilecek katkının önemli olduğu modern dünyada geride
kalanların birbirlerini anlayabilme durumu.
Şehrin İnsanı
Hastası olduğumuz Alman yazar Suskind'in
"Güvercin" isimli eserinde de modern insanın düzenli tekrar
neticesinde uğradığı değişimi görürüz. Kırk yıl boyunca bir bankanın güvenlik
görevlisi olarak çalışıp bir pansiyonun en üst katında küçük bir odada yaşayan
kahramanımız, basit işlerle uğraşan, göze batmadan yaşayan, küçücük bir
adamdır. Yıllardır tek bir gün bile farklı bir eylem yapmamıştır. Bu silik,
modern hayat içinde yok olmaya yüz yutmuş adamın hayatı pansiyonun açık
penceresinden içeri giren ve tam da kapısının önüne konan güvercin tarafından
tepetaklak olur. Güvercin gibi ani hareketler yapabilen, düzen bozucu, yerinde
duramayan bir hayvan karakterimizin tüm rutinini bozar. Sanırım güvercin fobim
olduğu için Suskind'in eseriyle alakalı en çok hoşuma giden şey karakterin
güvercinle karşılaştığındaki hayreti, dehşeti oldu. Tüm hayatı belirli bir
rutin içerisinde giden böyle olmazsa tutunamayacak olan şehirli bir adamın
doğaya, çevresine yabancılaşmasını güvercin gibi bir şehir hayvanı üzerinden
anlatılması ise dahiyane. Şehrin hızına ancak silikleşerek ve belirli bir
tekrarı tutturarak dayanabilen insan, aynı Suskind'in karakteri gibi görünmez
olur. Görünmezliği, silikliği yırtabilecek en küçük sahici duyguda da(korku
gibi) allak bullak hâle gelir. Karanlıkta parlayan o küçücük ışık gibi.
Korkuyla bir an için gerçek kimliğine bürünen insan sonra içine çekilerek daha
da silikleşiyor. Görünmez olana kadar. Garip olan ise herkesin görünmez olarak
hayatta kalabileceği bu ortamda gökyüzünde çarpışıyor birbirinden haberi
olmayan bedenler.
RECEP KAYALI